Memleket gündeminden az biraz sıyrılıp takip edebilenlerin malumu, son zamanlarda bir sessiz istifadır gidiyor. Ben de sosyal medyada konu hakkında epey bir tartışmaya denk geldim. Tartışma canımızdır şiarıyla mevzuya kafa göz girmeyi sevdiğimden, konu hakkında iki kelam etmek isterim.
Kabaca bir tanım yapmak gerekirse, sessiz istifa; çalışanın, çalıştığı kurumun sağladığı (aslında “neden olduğu”) şartlar sebebiyle sorumlusu olduğu işin minimum gerekliliklerini yerine getirmesi ve ötesine geçmeyi reddetmesi hali. Bir nevi “business koma”. Çoğunlukla Linkedin’de denk geldiğim tartışmalarda bir taraf sessiz istifanın haysiyetsiz ve kabul edilemez bir davranış olduğunu söylüyor. Tartışmanın bu kanadı ya patron ya da patrondan çok patronculuk müesssesinin yılmaz bir neferi. Diğer tarafsa -ki bunlar çoğunlukla beyaz yakalı işçiler-, sessiz istifanın “ne kadar ekmek, o kadar köfte” vecizesi ile kristallenen bireysel bir adalet arayışının tezahürü, dahası kaçınılmaz bir sonucu olduğunu ifade ediyor.
Sessiz istifa kavramını pandemi deneyiminden gayrı düşünmek pek de mantıklı olmasa gerek. Bu yazıyı okuyan beyaz yakalı kardeşlerimizin de kuşkusuz aşina olduğu az maaş, fazla mesai, düşük motivasyon/takdir, tükenmişlik/umutsuzluk gibi pek çok değişken bir araya geldiğinde zaten oldukça zor bir hayat yaşıyorduk. Üzerine bir de karantinaların, maskelerin, ekonomik krizlerin getirdiği covid ortamı bir anda distopik bir dünyanın kapılarını araladı. Pandeminin başından beri eşe dosta mesai saatlerindeki değişim, evden çalışma gibi konular hakkında sorular soruyor, deneyimlerini anlamaya çalışıyorum. Pek çoğu, akşam evde olduğu için, diyelim ki 22.00’de aniden online bir toplantıya çağırıldığını çokça anlattı (iş ilanlarında “esnek çalışma saatleri” kriterini görünce gözü seğirenler takipleşiyor). Çok uzun uzadıya örneklendirmeye gerek yok, pandemide bir norm değişimi yaşadık. Ve çalışanlar açısından bu değişim pek hayırlı olmadı. Çalışanların bu yeni şartlara verdiği ilk büyük tepki “Büyük İstifa” olarak da anılan toplu işten ayrılma akımıydı (Hareketin miladını oldukça mantıklı argümanlarla pandemi öncesine çeken bir grup da var, şerhini düşelim). Büyük İstifa’nın şiddetini şöyle ölçeklendirelim; ABD’de Nisan ayında sadece perakende sektöründe 650 bin kişi istifa etti. Farklı memleketlerde ve farklı sektörlerde milyon örneği var. Mesela şurada hareketin çıkış noktası olan ABD için nefis istatistikler var. Bu istifalar dünyaya yayılıyor ancak memleketin ekonomik şartlarının zorluğuna bağlı olarak farklı formlar alabiliyor. Sessiz istifa da denebilir ki bu formların halihazırda en bilinen, yaygın hali.
Tarafımız elbette işçinin yanı diyelim ve tartışmanın bağlamsız akışına isyan ederek mevzuya biraz kaçak kat çıkalım. Linkedin’deki sessiz istifa tartışmalarında benim genellikle gördüğüm sorun, asıl odaklanılması gereken nokta kaçırılıyor. Yok iletişim eksikliği, efendime söyleyeyim değerli hissetme, aidiyet, vay babam tutarlılık, güven falan full + full tatava. Okuma yazma bilmeyen çocuk için “ya biz buna polisiye roman verdik, ondan mı hoşlanmadı acaba” demek gibi bir şey. Basit mantık; İstanbul’da ev kiraları belli. Mesela ortalama bir beyaz yakalının ailesinden destek almadan yalnız başına yaşama ihtimali var mı? Ya da haftada bir cuma, cumartesi dışarı çıkıp gönül rahatlığıyla sarhoş olması mümkün mü? Yahut kahramanımız yazın bir hafta tatile çıkacak. Ortalama maaş alan biri bunun için kredi çekiyor. Kırk katır mı kırk satır mı misali, akıl sağlığı ile borç batağı arasında seçim yapmak zorunda kalıyor insanlar. Bu mantıklı bir zemin mi? Yarı ideal bir dünyada bile biri, zamanının en az 1/3’ünü verip emeğini kiralayarak bu basit ve insani şeyleri sağlayabiliyor olmalı. Edip Cansever’den apartalım: “Ev değil, araba değil, bir işçi tatilini kredi çekmeden nasıl karşılayamaz?” Mevzubahis beyaz yakalı hem bunları sağlayamıyor hem de üzerine saygı görmüyor, takdir edilmiyor, daha fazla çalışması bekleniyor, geleceğini planlamak yerine günü kurtarması isteniyor, kendini geliştiremiyor… Sizce de verilen üç kuruş maaşlar için çok büyük beklentiler değil mi bunlar? Ki iş aslında tam olarak kendimize uygun gördüğümüz onurlu hayatı finanse edebilmek için yaptığımız bir şey. Yoksa maviliğe bakıp bulutları bir şeylere benzetmek daha eğlenceli. Velhasıl tüm bu ekonomik acizlik ve asimetri, insanları sessiz istifa olarak imlenen, hareket kabiliyetini kaybetmiş (ya da reddetmiş) “planktonik” bir iş yaşamı biçimine hapsediyor. (Alakasızca, “İş Uykusu” da güzel çeviri olurmuş aslında.)
Soru basit: “Neden daha fazlasını yapayım ki?”. “Çünkü” ile başlayan cevabınız güçlü bir argümana varmıyorsa rasyonel bir zeminde çözüm aramıyorsunuz demektir.
Özet: Domatesin 45 TL olması, kurum kültüründen daha önemlidir.
Madem harcımızı karıp zeminimizi kurduk, ölçeği biraz daraltarak reklam sektörü özelinde devam edeyim. Ve müsaadenizle yazının finalinde beni oldukça heyecanlandıran ve keyiflendiren bir gelişmeye bağlayayım.
Bilen bilir, reklamcıyım. İşim gereği, son 6 ayda epey iş görüşmesi yaptım. Bir CV’ye bakarken ilk dikkat ettiğim şey adayın ne sıklıkta iş değiştirdiği. Son 6 ayda bana ulaşan CV’lerde adayların iş değiştirme sıklığının çok yüksek olduğunu görünce bu kriterin değerlendirmedeki ağırlığını biraz geri plana atıp aday havuzunu genişlettim ve çoğu adayla görüştüm. Fakat iş görüşmeleri sırasında adaylara neden çok sık iş değiştirdiğini de sormaktan geri durmadım. Sigortayı asgariden yatırmak için elden para verenlerden tutun mobbing’le sinir krizi geçirtenlere, 4 ay boyunca sigorta girişini yapmayandan tutun ajanstaki tüm markaları tek kişiyle yürütmeye çalışanlara, hatta enflasyon zammı olarak %2 zam yapanlara kadar türlü rezillik duydum. Bilmediğimiz, malumatımızın olmadığı şeyler değil elbet ama bu kadar yalın bir şekilde karşında ete kemiğe bürününce gerçekliği de katmerleniyor. Aldığım cevaplar aslında sektörün ahvalini mükemmel özetliyor. Gencecik bir çocuğun bu sektörde çalışırken işten beklentisi mobbing olmasın, hak ettiğim parayı alayım, huzurla çalışayım, sigortam yatsın olmamalı. Bu elbette bugün başlayan bir sorun değil. Geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle. Fakat gelecekte böyle olmayabilir. Çünkü reklamcılar artık örgütleniyor.
Reklamcılar Platformu, çalışanların dertlerini tanımlamak, konuşmak ve çözmek için kurulmuş, kıdem/departman ayrımı gözetmeksizin sektörün tüm emekçilerini kapsayan geniş tabanlı bir örgütlenme. Sinema Televizyon Sendikası çatısı altında yasal zemine kavuşan bu oluşum; mesai saatlerinden taban ücretlerine, sigorta, sağlık, beslenme gibi en temel yasal haklara kadar sektörün en sorunlu alanlarında kararlılıkla mücadele etmeyi amaçlıyor. Ve bu mücadeleye sektördeki herkesi davet ediyor. Katılmak, duyurmak, kutlamak isteyenleri buraya alalım.
Ne yalan söyleyeyim, uzundur beni bu kadar keyiflendiren çok az şey oldu. Reklamcılar Platformu’nu bilmeyen, görmeyen varsa, o da görsün, yalnız olmadığını bilmenin güveni ve keyfiyle güne devam etsin isterim.
Zor bir memlekette yaşıyoruz. İşi ayrı, siyaseti ayrı yoruyor. Ama buradayız, gitmiyoruz. Kapımızın önünden başlayarak dünyayı temizleye temizleye hayatı çiçeğe, bahara bulayacağız.