Kesik Kola Yapıştırılan Yara Bandı: Yeşil Kapitalizm

28 Temmuz’da Manavgat’ta başlayan ve devamındaki 4 günde en az 30 farklı şehirde baş gösteren orman yangınları ciğer dağlıyor. Resmi sayılara göre 132 yangından 125’i kontrol altına alınmış. Fakat sosyal medyadan gördüğümüz kadarıyla tablo çok daha kötü durumda. İnsanlar, cihan devleti Türkiye’mizin yangın söndürme uçağı olmadığı için Instagram vs üzerinden gavur hashtag’leriyle yabancı ülkelerden yardım istiyor. Tasmalı “sanatçı”larımız bu yardım talebinin kanlarına dokunduğuna dair açıklama yaparak birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde yerli ve milli olmanın ayrıcalığı ile devletin sikko bir kanadından alacakları yüz binlerce liralık potansiyel yeni konser tekliflerinin huzurunu yaşıyor. Genel özet bu desek hata etmiş olmayız herhalde.

Orman ekolojisinden anlamam, etmem. Benim varmak istediğim yer bu olay özelinde markaların/kişilerin fidan bağışlama pornografisinin denyoluğu, genelde ise yeşil kapitalizm denen pseudo-dünyabizimcanımızyav hareketinin faydasızlığı ve zararı.

Malumunuz, yangınlar birbiri ardına sıralanınca Yemeksepeti’nden Koton’una, Akbank’ından Turkcell’ine onlarca marka fidan bağışı açıklaması yaptı. Hatta Anadolu Efes “en büyük taşak bende hacılar” diyerek 3 milyon tohum topu bağışladığını açıkladı. İçinde bulunduğumuz edilgen pozisyonda çoğumuza “helal be Efes!” demenin düştüğünü söylemeye gerek yok herhalde.

Gelin bu işin hakikatine bakalım biraz. Evrim Ağacı’nın “Yangın Ekolojisi” konusunda şurada güzel bir makalesi var. Şöyle diyor özetle; “Yangın, Akdeniz ormanları için sıradan bir gerçekliktir ve aslına bakarsanız bu ormanlar normal döngüleri içinde ortalama 50 yılda bir, tamamen yanarlar.” Hatta orman yangınlarının başlamasından beri birkaç orman ekolojisti de benzer açıklamalar yaptı. Biri Hacettepe Üniversitesi Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Çağatay Tavşanoğlu. Flood şurada. Velhasıl, tohum bağışının efektif olarak pek bir şeye yaramadığı aşikar. O zaman bu tohum bağışı pornografisi ne işe yarıyor?

Eduardo Galeano şöyle diyor: “Şirketler bazen ‘iyilik’ yapar. Ama bu iyiliğin amacı adaletsizlikle mücadele etmek değil, onu gizlemektir.”

Örneğin, markaların/kişilerin tohum seferberliği şunları gizliyor; Türk Hava Kurumu’nun halihazırda kullanılabilecek yangın söndürme uçağı yok, envanterde var olan 9 uçağın bakımı yapılmamış ve yapılması için 4 milyon dolar lazım, Reisicumhur’un 13 tane uçağı var, Türk Hava Kurumu’nu kayyım heyeti yönetiyor, Türk Hava Kurumu Kayyım Heyeti Başkanı Cenap Aşçı olay günü bir düğünde eğleniyordu, 28 Temmuz’da Resmi Gazete’de yayınlanan 7334 sayılı “Turizmi Teşvik Kanunu ile bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun“un 1’inci maddesi d fıkrasına göre Kültür ve Turizm gelişme bölgeleri dışında kalsa bile orman arazileri kamu yararı kapsamına alınarak turizm yatırımcılarına açılabilecek. Halbuki ormanların yenilenebilmesi için tohum yerine oraların imara açılmamasına ihtiyaç var. Tüm bunların üzerine bir de “ormanları PKK yakıyor” gerizekalılığı eklenince ortada ne sorumlu kalıyor ne eksiklik. Öyle ya, madem PKK devletimizi çökertmek için ormanlarımız üzerinden hain oyunlar oynuyor, devletimizin yanında hizalanmak asli görevimizdir.

Tohum pornografisinden yavaş yavaş bir üst basamak olan yeşil kapitalizme geçelim. Girizgah olması babında şu güzel bir başlangıç olabilir: Markalar ve Parası Neyse Verelim Aktivizmi

Orman yangınları doğal ve hatta gerekli. Fakat işin bir de iklim krizi, yani insan faaliyetleriyle (ki buna insan yerine şirket demek lazım bence) ilişkili boyutu var. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi İklim Değişikliği Koordinatörü Dr. Ümit Şahin şöyle diyor:

“Bir ormandaki bitki örtüsü ne kadar kuruysa ne kadar uzun süredir aşırı sıcaklara maruz kalıyorsa, yanma olasılığı o kadar artar. İklim kriziyle olan bağlantıyı da tam buradan kuruyoruz. Son yıllarda mega orman yangınları denen yangınlar yaşadık. Bu yangınlar aslında bir pattern oluşturuyor. Örneğin, 2019-2020 orman yangını sezonunda Avustralya ormanlarının neredeyse % 15’i yandı. Kaliforniya geçen sene tüm zamanların en büyük yangınlarını yaşadı. Sibirya’da 2020’de yüzlerce orman yangını çıktı. Ki Sibirya soğuk ve orman yangınlarının çok fazla görülmediği bir alan.”

Besmele gibi söylemek lazım; iklim krizi bir kaptalizm sorunudur ve kapitalizmin yeşili, kırmızısı olmaz. Sorunun kaynağı aynı zamanda sorunun çözümüne dönüşemez.

Örneğin, son toplanan G7’de 2035’ten itibaren çevreci projeler için 40 trilyon dolar harcanacağı ve bu yatırımlar ile karbon salımının 2050 yılına kadar sıfırlanacağı söyleniyordu. Fakat bu önerilerde özel jetlerin yasaklanması, havayı kirleten işletmelerin kapatılması gibi zenginlere dokunan hiçbir madde yok. Olmayacak da. Eşyanın tabiatına aykırı bu. Kapitalizmin son yıllarda yeşillenmesinin tek sebebi, ulaşılan “gelişmişlik” düzeyinde yeterince kar etmeni başka yolunun kalmaması. Yoksa mevzu akılların başa gelmesi, toplumsal muhalefete boyun eğme ya da dünyayı korumak değil.

2020 tarihli Oxfam raporuna göre; dünyanın en zengin %1’lik kesimi, en yoksul %50’lik kesimden 2 kat daha fazla karbon salımına neden oluyor. Kaynak burada. Bu en az karbon salımına neden olan fakir gruplar, aynı zamanda iklim krizinden de en fazla etkilenen gruplar oluyor. Sürdürülebilirlik jargonu içerisinde bu asimetriye dikkat çekmek ve doğal kaynakların aşırı kullanımından sorumlu olan tarafların, kaynaklara erişimi az olan düşük gelirli ülkelere ekolojik bir borçları olduğunu anlatmak için “Ekolojik Borç” kavramı kullanılıyor örneğin. (Tam da burada “dünya çok kalabalık hojam, insanların yarısını keseceksin, başka yolu yok” diyen soykırım meraklısı eko-faşist beyinsizlere hedeflerinin Avrupa ve ABD’deki zenginler olması gerektiğini bir kez daha hatırlatalım.)

İklim krizi konusundaki kurumsal çaba o kadar yetersiz ki, mevzu sürdürülebilir ya da etik tüketim gibi bireysel çabalara indirgeniyor her seferinde. Burada bir parantez açarak bireysel çabaların muhteşem şeyler olduğunu, daha az tüketmeye çalışmanın ve ekolojik dengeyi gözeten bir yaşam biçimini kendi hayatında tesis etmenin erdemini küçümsemediğimi söylemek isterim. Fakat bu da bir yandan asıl sorunu gölgeleyen şeylerden biri. Diş fırçalarken suyu kapatmanın efektif olarak iklim krizine karşı bir faydası yok. Karbon ayak izini azaltmak için daha az uçağa binmek, az elektrik tüketmek, enerji tasarruflu ampül kullanmak güzel şeyler. Ancak dünyada tüketilen elektriğin yarısından fazlasının sanayide kullanılıyor olmasına ve bu kadar üretime aslında ihtiyacımız olmadığına dair hiçbir şey söylememek, sorunu bir insan sorunu olarak gösteriyor. Fakat, lakin ki öyle değildir. Güzel istatistik; son 15 yılda üretilen giysi miktarı 2 katına çıktı. Çiftçilere iyi para verdiğini ve organik üretimi teşvik ederek dünyanın geleceğini düşündüğünü söylemeyen moda markası biliyor musunuz? Ya da 1988’den beri gerçekleşen sera gazı salımlarının %71’inden 100 tane şirket sorumlu. Kaynak burada. Sürdürülebilirlikle ilgili sosyal sorumluluk işine girmeyen bir tane şirket bile yok. Ambalaj, içeriğin tam tersi.

Velhasıl iklim kriziyle mücadele etmek isteyenin düşmanı belli; kapitalizm ve egemen sınıflar. Kapitalizme, kapitalizm içerisinden bir müdahale pek mümkün değil. Zaman azalıyor ve bizim sistemin dışından, dünyanın ve insanlığın selametini önceleyen çözümleri artık gündemimize almamız gerekiyor.

Herhalde 6 ay önceydi. Amazon’un CEO’su ve dünyanın en zengin insanı Jeff Bezos’un evinin önüne giyotin bırakıldı. Düsturumuz budur.

“Nihayetinde Tüm Insanlar Toprağın Tuzudur”

Rahmetli anacığım kemoterapi tedavisine başladığında, nefes olmak için Malatya’dan teyzem geldi. Anacığımın canı tatlıydı. Teyzem kendini bırakmasına müsaade etmedi. Yatırmadı, oturttu. Uyutmadı, konuştu. Yıllar sonra ilk kez beraber vakit geçirme şansları olmuştu, üzücü bir sebeple de olsa. Teyzem 2 hafta kaldı bizde. Daha fazla kalmaya niyetliydi, olmadı. Şunu hatırlıyorum sık sık; teyzem annemin yanında. Annem kemoterapinin etkisiyle uyuklamaya başlayınca odadan çıkıyor, salona geçiyor. Biraz oturuyor. Kalkıp diğer bir odaya gidiyor, pencerenin başına. Oradan balkona. Oradan mutfağa. Gerildiğini görüyorum. Sonra aklıma geliyor. 20 yıl evvel Malatya’ya gitmiş, teyzemlerde kalmıştım bir gün. Evleri 2 katlı, fukara bir müstakil ev. Arkada çok güzel bir bahçe; elma, şeftali, erik, kayısı ağaçları. Yerde nane, roka, maydanoz. Köşede birkaç fidan domates. Yazın dışarıdaki sedirde oturuluyor bütün gün. Serin, temiz. Teyzem o “fukara”lıktan gelince, Istanbul’un dar sokakları, bitişik nizam btb’li estetik yoksunu binaları kadını nefessiz bıraktı. Yine pencereden balkona, odadan odaya daralmış şekilde koştururken evde denk geldim teyzeme. “Olmadı buralar sana değil mi?” dedim. “Yok” dedi, “çok bunaldım. Nereye baksan bina”. 2 hafta kaldı anamlarda, dayanamadı döndü Malatya’ya. Lakin o güne kadar fark etmediğim bir şeyi fark ettirdi teyzemin buraya katlanamaması. Biz, Istanbul’da yaşayanların muhtemelen %90’ı, zehirlenmiştik ve bunun farkında değildik. Hani derler ya, saat kulesini bir tek saat kulesinin dibinden göremezsin diye, o hesap.

İyi de, ruhani bir zehirlenmeyi nasıl anlarız? Fiziksel zehirlenme gibi belirtileri var mıdır? Ya da bir insan nasıl anlayabilir çürüdüğünü günbegün? İlacı, merhemi olur mu bunun? Güzel bir örneği geliyor aklıma bu çürümenin. Oradan yürüyelim.

Wim Wenders’ın The Salt of the Earth adında bir belgeseli var. Efsanevi fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun hayatını anlatıyor. Wim Wenders projeyi Sebastiao Salgado’nun oğlu Juliano ile beraber yürütmüş. Juliano, gezileri sebebiyle çocukluğu zamanı babasını pek az görmüş. Bir bakıma da, bir çocuğun, tutkusunun peşinde ömür çürüten bir babayı tanıma çabasını izliyoruz belgeselde.

Sebastiao Salgado muhteşem bir adam. İnanılmaz yerlere ulaşabilecek bir iktisat kariyerini elinin tersiyle itip, eşi Lelia ile beraber sahip oldukları tüm parayı fotoğrafçılık ekipmanlarına yatırıyor ve profesyonel bir fotoğrafçı oluyor. Sonrasında dünyayı dolaşmaya başlıyor. Hem de en sorunlu yerleri. Büyük göç sırasında Etiyopya’da. İç savaş sırasında Bosna Hersek’te. Petrol krizi sırasında Kuvety’te. Oradan Pakistan’a geçiyor. Soykırım sırasında Ruanda’da, Sonra Tanzanya, Bangladeş, Kongo…  Muhteşem fotoğraflar çekiyor.

 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonunda Brezilya’ya dönüyor Sebastiao. Yorulmuş. Yaşam motivasyonunu kaybetmiş. Kendi ifadesiyle “zehirlendim” diyor. Defalarca gördükleri yüzünden kamerasını bırakıp hüngür hüngür ağladığını itiraf ediyor. Afrika’da olduğu sırada bazı günler 10 binin üzerinde insanın öldüğünü gördüğü söylüyor. Ya da iç savaştan kaçarken ormanda kaybolan ve bir daha haber alınamayan 250 bin kişinin peşinden giderken karşılaştığı vahşetten, acımasızlıktan, ölümden bahsediyor. Artık eski ben değildim diyor. Zehirlendim.

Brezilya’daki baba yadigarı çiftliği anlatıyor belgeselin bu zehirlenme sonrası bölümünde Sebastiao. Eskiden nasıl da ağaçlarla dolu olduğundan, türlü çeşit mahlukatın varlığından. Çocukluk anıları gibi çiftliğin ormanı da kaybolmuş. Bozkıra dönmüş koca orman, verimsiz kuru toprak olmuş.  Lelia, Sebastiao’yu tekrar hayata bağlamak için bir fikir ortaya atıyor. Diyor ki, biz neden bu çiftliğin etrafını yine ormana dönüştürmüyoruz? Belki de belgeselin en destansı bölümü bu.

Sebastiao ve Lelia, beraber Instituto Terra’yı kuruyorlar. Amaç, baba yadigarı çiftlik ve etrafındaki verimsiz toprağı tekrar yeşile teslim etmek, bir yaşam alanına dönüştürmek. 1700 dönümlük araziye yaklaşık 3 milyon ağaç dikiyorlar projeye dahil olan başka insanlarla birlikte. Bitkiler çeşitleniyor, hayvanlar geliyor tekrardan. Toprakta büyük bir yenilenme gerçekleşiyor. Toprak yaşama doyunca, Sebastiao da yaşamla, enerjiyle doluyor, yenileniyor, iyileşiyor.

Meraklısı için çiftlik ve etrafında neler yapıldığını ayrıntılı anlatan bir site var şurada.

Ormanın ve kendisinin yenilenmesiyle beraber doğanın gücüne, iyileştiriciliğine bir saygı saygı duruşu olarak, Sebastiao son sergisi Genesis için tekrar uzun bir geziye çıkıyor. Bu kez kadrajında insanlar yok, doğa var. Bir hayatta kalma mücadelesinin anlık izdüşümleri var karelerinde. Kah aşılamaz bir nehri geçmeye çalışan bir sürü oluyor mücadele, kah yüz yıllık bir balinanın okyanusla tutuştuğu görkemli dansı.

 

Sebastiao’nun yüzünde bin yıllık bir ömrün izleri var. Ağır ağır konuşuyor. Kendi hikayesi üzerinden insanlığın bir haritasını çıkarıyor. Vahşetle, ölümle dolu bir insanlığın. Ama sadece sorunu göstermiyor, kendince çözümü de işaret ediyor. Çürüyen bir ruhun nasıl iyileştiğini anlatıyor.

Ne zaman Türkiye’de doğa katliamıyla ilgili bir habere denk gelsem aklıma The Salt of The Earth belgeseli geliyor. O büyük yenilenme, filizlenme, dönüşüm. Dünyanın belki de en kötü şeylerine şahit olup zehirlenmiş bir adamın tekrar bahar gibi yaşamla dolması geliyor aklıma. Hem de üç beş ağaçla. Hani “mesele üç beş ağaç değil” deniyordu ya Gezi zamanı, artık mesele üç beş ağaç, o noktadayız.

En son Kaz Dağları’yla ilgili haberlere ve buna verilen tepkilere denk gelince yazayım dedim. Bizim artık biraz yenilenmeye ihtiyacımız var. Sebastiao Salgado gibi. Zehirlendik, nefes alamıyoruz. İçinde yaşadığımız dünyayla bağımız koptu. Dağları altın madeni, buzulları petrol rezervi olarak gören bakıştan farklı bir şeye ihtiyacımız var. Çünkü #KazDağlarınınÜstüAltındanDeğerlidir.

Yine belgeselden bir cümleyle bitirelim: “Nihayetinde tüm insanlar toprağın tuzudur”. Uzunca bir süre bu cümleyle ne kastedildiğini anlamamıştım. Artık anlıyorum.

“Çocuklar Ölmesin”

A. Ç.: Ülkenin doğusunda güneydoğusunda neler olup bittiğinin farkında mısınız? Burada doğmamış çocuklar, anneler, insanlar öldürülüyor. Sanatçı olarak insan olarak bir şekilde siz de yaşananlara sessiz kalmamalısınız ve bir şekilde dur demelisiniz. Ayrıca bir şey daha söylemek istiyorum. Ölen çocuklara sevinen zavallı insanlar var. Ben bu insanlara, daha doğrusu biz bu insanlara hiçbir şey söyleyemiyoruz, yazıklar olsun demekten başka.

B. Ö.: Doğru.

A. Ç.: Bir şey daha söylemek istiyorum, kusura bakmayın. Ben öğretmenim öğrencileri terk eden öğretmenlere seslenmek istiyorum. Bir daha oralara nasıl dönecekleri o güzel masum tertemiz yürekli çocukların yüzüne, gözlerinin içine nasıl bakacaklar. Ben konuşamıyorum. Gerçekten. Burada yaşananlar ekranlarda medyada her şey çok farklı aktarılıyor. Yani gerçekten konuşamıyorum, sessiz kalmayın. İnsan olarak biraz daha hassasiyetle yaklaşın. Görün duyun artık bize el verin. Yazık insanlar ölmesin. Çocuklar ölmesin. Anneler ağlamasın. Söyleyeceklerim bu kadar. Çok teşekkür ederim.

B. Ö.: Ayşe hanım… Bir alkış alalım öncelikle Ayşe hanıma.

A. Ç.: Aslında çok şey söylemek istiyorum. Duygu yoğunluğundan dolayı hiçbir şey söyleyemiyorum.

B. Ö.: Pardon duyamıyorum, pardon.

A. Ç.: Siz de fark ediyorsunuz sesim titriyor.

B. Ö.: Farkınayız, evet.

A. Ç.: Bomba seslerinden, kurşun seslerinden… insanlar susuzlukla, açlıkla mücadele ediyor. özellikle bebekler çocuklar. Lütfen siz de ziyade olun sessiz kalmayın lütfen.

B. Ö.: Çok çok teşekkür ediyoruz Ayşe hanım. Öncelikle…

A. Ç.: Ben çok teşekkür ederim beni bağladığınız için.

B. Ö.: Rica ederiz rica ederiz ne demek.

A. Ç.: Bir nebze de olsa sesimizi buradan duyurabildiysek ne mutlu bize.

B. Ö.: Çok iyi yaptınız çok teşekkür ediyoruz. Hassasiyetiniz için de ayrıca size çok teşekkür ediyoruz gerçekten de elimizden geldiğince de duyurabildiğimiz yerlerden biz de elimizden geleni yapmaya gayret ediyoruz. Emin olun. Ama bu söyledikleriniz bir kere daha bize ders oldu. Daha da fazla yapmaya gayret edeceğiz. Buradan oradaki herkese selam olsun. İnşallah en kısa zamanda bütün o söylediğiniz barış dilekleri bizim için de geçerli. Biz de diliyoruz.  En kısa zamanda bütün bunlar çözülsün istiyoruz. Çok teşekkür ederiz Ayşe hanım. Sağ olun.

A. Ç.: Ben teşekkür ederim.

B. Ö.: Elinize yüreğinize sağlık. Teşekkür ederiz. Evet devam edelim. Kaldığımız yerden. Ama gerçekten Ayşe hanıma çok çok teşekkür ediyoruz sağ olsun. Ama bütün bunların bir şekilde konuşuluyor olması da lazım. Yeri zamanı neresi olursa olsun bazı şeylerin dile getiriliyor olması lazım. Bugün Ayşe hanım yarın başka birisi başka bir yerlerde başka programlarda sesinin titremesi bile bence, bence bir alkışı daha hak ediyor bence.

 

Üstteki konuşma Ayşe Çelik ile Beyazıt Öztürk arasında canlı yayında TV’de geçen diyalog, biliyorsunuzdur. Ayşe Çelik bu konuşma nedeniyle 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı. Muhtemelen gelecek hafta hapse girecek.

“Ifade özgürlüğünün zirvede olduğu bir dönemden geçiyoruz” gibi iktidar ambalajlarını azıcık sıyırdığımızda alttan çıkan görüntü, “çocuklar ölmesin” diyen birinin hapis cezası alması. Tutuklu gazeteciler, muhalifler, rakip parti başkanları, ev baskınlarını geçiyorum. “Çocuklar ölmesin” diyen biri hapis cezası aldı.

“Özgürlük, ancak ve ancak insanlara duymak istemedikleri bir şeyi söyleyebildiğimizde bir anlam ifade eder” -George Orwell

Hayır Çıkarsa Memleket Batar mı?

15 Temmuz garabetinin üzerinden neredeyse 9 ay geçti. Sonraki süreç herkesin malumu, OHAL ilan edildi, memleket KHK’lar ile yönetilmeye başlandı. Bu hafta sonu da bir referandum yapılıyor. Evet çıkarsa Türkiye yeni bir döneme kapı açacak.

Referanduma 2 gün kaldı. Belki geç kalmış bir yazı ama yine de yazmak istedim. Değiştirilecek maddelere girecek değilim. Fakat uzun zamandır medyada pompalanan “Hayır çıkarsa memleket batar” argümanı, üzerine konuşulmayı hak ediyor.

Bu anayasa değişikliğinin temel sebebi, Cumhurbaşkanı’nın yetki sınırını aşması. Yani, şu anki fiili durum, yasal değil. Zaten anayasa değişikliği ile amaçlanan da bu fiili durumu hukuki hale getirmek.

OHAL döneminde memleket KHK’lar ile yönetildi. Süleyman Soylu’nun verdiği sayılara göre 115 bin kişi FETÖ’yle ilgili olarak gözaltına alınmış. Fakat KHK’lar sadece FETÖ’yle sınırlı kalmadı. Devlet şirketlerinin fona devredilmesinden barış imzacısı akademisyenlerin terörist kabul edilip işten atılmasına, Eğitim-Sen’li öğretmenlerin ihraç edilmesinden belediyelere, özel şirketlere kayyım atanmasına onlarca şey gördük. Sevin ya da sevmeyin, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 4 milyon kişinin oyunu alan Selahattin Demirtaş halen hapiste. Ahmet Şık gibi bu memleketin gördüğü en düzgün gazeteciler hapiste. Yani OHAL ve KHK’lar sadece FETÖ’yle alakalı değil. Muhalif olan herkes artık bir “terörist” adayı.

Asıl mevzuya gelirsek, iktidar bloğu tarafından hayır oyu kullanacaklar için pek çok şey söylendi. Şöyle güzel bir seçki yapabiliriz;

AKP Avusturya Teşkilatı Sorumlusu Mahmut Koç’un bir konferansta ‘referandumda hayır’ çıkarsa Allah korusun iç savaş çıkar!’ dediği ortaya çıktı.

Bir imam, “Hayır oyu verenler vatan hainidir, Cehennemliktir” dedi. Video burada

Süleyman Soylu, HDP’nin seçim şarkısını yasaklattı. “Hemen Valiyi aradım; bu şarkı yasaklanacak dedim

Ali Gül adlı genç, Hayır Nedir adlı videoyu çektiği için halen tutuklu. Haber burada.

Hayrettin Kahraman, “Evet demek farzdır” dedi.

Irfan Değirmenci, hayır oyu vereceğini açıkladığı için kovuldu.

IBB amiri, “hayır oyu verecek olanların karıları kızları evet oyu vereceklere helaldir” dedi.

2017-04-14_1540.png

AKP’li bir belediye başkanı, hayır oyu verecekleri işten kovacağını açıkladı.

C9THJJ5XoAIdkp_

Şurada epey kapsamlı bir liste var.

Peki neye evet, neye hayır diyoruz aslında? İktidar, referandumu büyük bir değişim olarak ifade ediyor. Halbuki değil. Pazar günü oylayacağımız şey, son 9 ayda, OHAL’de KHK’larla gerçekleşen yönetim biçiminin devlet düzenine dönüşeceği bir düzen, yeni bir şey değil.

Herkesin kendine sorması gereken bazı sorular var; birisi, istediği gibi benim şirketime kayyım atayabilmeli mi? Bir bakan, hiçbir kanuni dayanak olmadan, valiye talimat verip seçim şarkısı yasaklayabilmeli mi? Birilerinin hoşuna gitmeyecek bir video çeken 21 yaşında biri tutuklanabilmeli mi? Birilerinin hoşuna gitmeyecek bir kampanyaya imza atan akademisyenleri işten kovmak, terörist demek kabul edilebilir mi? Gazeteciler, yaptıkları haberler yüzünden hapse atılabilmeli mi?

Hayır çıkarsa memleket batar mı? 15 yıl boyunca iktidarını kurduğun sistemde memleket batmadıysa, bugün neden batsın?

 

Hakikat Zehirlenmesi

“Hakikat dediğin nedir ki zaten? Anladığın neyse hakikat de odur” diyor Roger Zelazny, Işık Tanrısı romanında. Müsaadeniz olursa, Zelazny’nin bu estetik cümlesine kaçak kat çıkmak istiyorum; “Hakikat dediğin nedir ki zaten? Anlamak istediğin neyse hakikat de odur”. Bence, 1995’te hakkın rahmetine kavuşan Zelazny, sosyal medya ve internet devriminin bizi getirdiği yeri görseydi beni mazur görürdü.

Malumunuz sosyal medya iletişimi, markasından siyasetçisine, futbolcusundan stk’sına artık olmazsa olmaz durumda. Fakat bu “iletişim”in niteliği, özellikle “siyasi iletişim”in niteliği konusunda genişçe bir parantez açmak elzem.

Türkiye açısından sosyal medyanın önemi muhtemelen Gezi Direnişi ile tavan yaptı. O güne kadar pek de hassasiyet gösterilmeyen sosyal mecralar bir anda direnişin birincil aktörüne dönüştü. Tıpkı Mısır, Suriye, Tunus’ta olduğu gibi. Sosyal medyanın, en büyük kötülüklerin kaynağı ve Türkiye’yi yıkmak isteyen üst akıllı kaçak dövüş ustalarının manipülasyon aracı olduğu ifade edildi iktidar tarafından. Bu duruma karşılık, görünür manipülasyonu azaltıcı önlemler almak yerine karşı-manipülasyon silahı kuşanıldı. Doğrudan devlet tarafından yönetilen dev bir sosyal medya ekibi göreve başladı. Büyük yazılım firmalarından milyon dolarlar verilip, gözetleme yazılımları satın alındı. Bunun haricinde de iktidar sahiplerinden nemalanmak amacıyla karşı-manipülasyon yapan troller, kanaat önderleri, ideolojik hesaplar ortaya çıktı. Dolayısıyla iktidar sahiplerinin ağzıyla “offline”da konsolide edilen kitleler, sosyal medyada da benzer bir sürece tabii oldular.

Türkiye’nin siyasi durumu kötüye gittikçe (doların uçuşa geçmesi, barış masasının devrilmesi, Suriye ve Irak’a müdahil olmamız, HDP vekillerinin tutuklanması, gazete/dergi/televizyonların kapanması vs), sosyal medyada konsolide edilmeye çalışılan kitleler de daha sert bir üslupla karşılaşmaya başladı. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere neredeyse tüm iktidar üyelerinin “Eyyy Almanya…” “Eyyy Avrupa Birliği…” çıkışlarının toplumda bir karşılık bulmaması olanaksızdı.

ad

Saadet Oruç, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı

Dolayısıyla, yukarıda basitçe anlatmaya çalıştığım tüm bu sürecin sonunda bugün, anlamsız şekilde politize olmuş bir kitle var. Yozgat’ta çiftçilik yaparak yaşamaya çalışan ilkokul mezunu birinin, muhtemelen daha önce hiç duymadığı bir konu hakkında Twitter’da “Eyy Almanya” diyerek söze başlaması, rol model gördüğü kişilerin basit bir izdüşümünden fazlası olsa gerek. Çiftçi siyasete bulaşmasın demiyorum elbette, ancak öncelikli derdi mahsulünü iyi fiyattan satmak, ilacı, mazotu ve tohumu daha ucuza almak vs olması gereken çiftçinin, hayatını birincil olarak etkileyen bu konulara hiç girmeden, Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye üzerine verdiği bir tavsiye kararını ya da Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir kararı eleştirmesi toplumsal bir zehirlenmenin semptomu oluyor bana göre. Buna Hakikat Zehirlenmesi de diyebiliriz pekala, hem ironik de olur.

Örneklerle açıklayalım;

ada

adaa

Abrurrahim Boynukalın, kısa zaman öncesine kadar AK Parti Gençlik Kolları Başkanı’ydı. Şimdi Gençlik ve Spor Bakanı Yardımcısı. Yukarıda, Hakikat Zehirlenmesi dediğim şey o kadar derine işlemiş durumda ki, şehitlik isteyen, şehitliği kutsayan birinin bedelli askerlik yapmış olması absürtlüğü kimseye garip gelmiyor.

1

Bu örnekte de Avrupa Birliği’nin ekonomik ve toplumsal durumu hakkında fikir beyan eden eski Maliye Bakanı, şimdinin Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve ona cevap yazan, dahası onu Başbakan Binali Yıldırım’a şikayet eden bir kişiyi görüyoruz. Artık hiç kimsenin fikir beyanına, tek merkezden çıkan sözler haricinde yeni sözlere tahammülü yok. “Düşük profilli başbakan” ihtiyacı tam da bunun göstergesi aslında. Hakikat mi? Boşver. Herkes aynı şeye inanınca hakikate ihtiyacımız kalmayacak.

Son olarak, bu hakikat zehirlenmesi CHP, HDP vs kitlelerde de fazlasıyla var. Akıl yerine reflekslerle hareket edildikçe de bu devam edecek. Durup düşünmek, şüpheye düşmek bu delilik anında yapabileceğimiz en iyi şey muhtemelen.

 

Madde 6: Kayda Değer Olmayan Kişi

Derler ki, insan 2 kez ölür. İlki, beden öldüğünde gerçekleşir. Hayatın kaidesi bu. Yaşayan, elbet ölür. İkincisiyse, onu hatırlayan son insan öldüğünde gerçekleşir. Artık onu anlatacak kimse kalmayınca, imgesi de silinir gider insanlığın ortak hafıza denizinden.

Fakat bazılarını hatırlamak zorundayız. İnsan olmanın vazifelerinden biri bu. Bazen ayıbımızı anlatmamız lazım gelecek nesillere. Soykırımları, ırkçılığı, adaletsizliği, Dünya savaşlarını, ilk kez koleje giden zenci çocuğun arkasında beyaz çocuklar ona gülerken çekilmiş fotoğrafındaki tedirginliğini, 12 yaşında polisin 13 kurşunuyla öldürülen Uğur Kaymaz’ı, 1 yıl komada kalıp 16 kilo toprağa giren Berkin Elvan’ı anlatmamız lazım. Hatırlamamız lazım. Hatırlayalım ki, gelecek nesiller bizim taşıdığımız ayıbı taşımaya devam etsin. Utanç, ahlaklı insanın son kalesidir.

mokum-thumbnail-0f421e3c-4d9d-41fe-9e19-97c8ca78f432-520x300

Vikipedia’da Ceylan Önkol makalesi silinmiş. Gerekçe “Madde 6: Kayda değer olmayan kişi”. Vikiçizer namlı yazar, 12 yaşında hayvan otlatırken, karakoldan atılan havan topuyla paramparça olan bir çocuğu, çocuğun parçalanmış cesedinin yanında anasının, abisinin 3-4 saat ifadesinin alınmasını, sonrasında parçalarının anasının eteğine sarılarak eve götürülmesini, Lice Cumhuriyet Savcılığı’nın davada takipsizlik kararı vermesini kayda değer bulmamış. Varsın o kayda değer bulmasın, biz anlatırız.

Albert Camus, “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş zamanında. Ben bir güncelleme yapayım; “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülke insanlarının devlet eliyle öldürülen insanları hatırlamak için ne kadar çaba sarf ettiklerine bakın”

Kurtarılmış Bölgeler vs Echo Chamber

Türkiye ekonomisini tanımlamak için Yalçın Küçük’ün kullandığı bir kısaltma var; TIT. Kolayca anlaşılacağı üzere, Türkiye ekonomisini ayakta tuttuğu söylenegelen turizm, inşaat ve tekstil sektörlerini temsil ediyor. Yalçın Küçük, son röportajında turizm ve tekstilin hatalı yönetimler neticesinde artık ölüm döşeğinde olduğunu, AKP ile inşaat sektörünün bu denli önplana çıkmasının bu zorunluluktan kaynaklandığını söylüyor.

Takip edebildiğim kadarıyla, AKP döneminde inşaat sektörünün geçirdiği söylemsel evrim aslında epey ilginç. Başta, 1999 depreminin bir uzantısı olarak “depreme dayanıklılık”, “sağlamlık” kavramları çok kullanılıyordu. Sonra, özellikle trafiğin büyük sorun olduğu İstanbul gibi kentlerde lokasyonu önplana çıkaran “şehir merkezi”, “cazibe merkezi” tanımları sıkça kullanılır sloganlar oldu. Bir sonraki aşamada şehirlerdeki yeşil alanların azalması (ve muhtemelen Gezi Direnişi’ne uzanan sürecin yarattığı hassasiyet) neticesinde “doğayla iç içe”, “şehir merkezinin uzağında bir cennet” gibi kalıplar sıkça kullanıldı, halen daha kullanılıyor. Bu söylemsel evrimin son halkasıysa, “sosyal benzerlik”.

114739_ormanada-1-1

Afiş, Eczacıbaşı Grubu’nun Zekeriyaköy’deki Ormanada projesine ait.

Geçenlerde de şöyle bir şeye denk geldim.

15391242_10154800561063718_1936005523405947355_n

Afişten de anlaşılacağı üzere, sadece Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının yer alacağı bir konut projesi.

Ben konuya dijital ve sosyal medyanın insanlar üzerinde yarattığı dönüşüm (muhtemelen deformasyon daha doğru bir tabir olur) üzerinden yaklaşmak niyetindeyim.

Sosyal medyanın yaygınlaşmasından sonra, yarattığı etkileri tanımlamak için kullanılan nefis iki kavram var; Echo Chamber ve Filter Bubble.

Echo Chamber (Türkçeye Yankı Odaları yahut Eko Odaları olarak çevriliyor genel olarak); sanal ortamlarda insanların kendi görüşüne yakın olan kişileri takip etmesi, diğer görüşlere ulaşamaması ve kendi görüşünü  diğer insanlara ulaştıramaması. Bir anlamda “ulan benim etrafımda kimse AKP’ye oy vermiyor, bunlar nasıl her seçimi kazanıyorlar”ı dedirten yalıtım hali. Dolayısıyla, internetin açık toplum ve demokrasinin taşıyıcısı olacağı öngörüsünü boşa çıkaran bir kavram desek hata etmiş olmayız herhalde. Bu konuyu açıklayan epey iyi bir örnek için; “Sosyal medya öfkeli ve bilgisiz partizanlar yaratıyor

Filter Bubble (Türkçeye Filtre Baloncukları olarak çevriliyor genel olarak); sosyal mecraların, haber portallarının, arama motorlarının vs geliştirdikleri algoritmalar yardımıyla kişiye özel içerik sunması nedeniyle kısıtlı bir sonuca ulaşabilme etkisini tanımlıyor. Misal, iki farklı kişi Google’a Mısır yazdığında birine Arap Baharı’yla ilgili içerikler gelirken, diğerine Mısır’ın turistik yerleri ve Mısır’la ilgili genel sonuçlar çıkabiliyor. Yani, internette filtreler içerisinde geziniyoruz ve belli sonuçlara ulaşamıyoruz. Daha kötüsü hangi sonuca neye göre ulaşıp/ulaşamadığımızı denetleyemememiz. Şurada bununla ilgili bir şeyler yazmıştım eskiden. “Who watches the watchmen?

İddiam şu; inşaat sektöründeki söylemsel evriminin son basamağının “sosyal benzerlik” olması, aslında dijitalde tanımladığımız echo chamber ve filter bubble kavramlarının fiziki dünyaya aksetmesi bana kalırsa. Dijitalde isteyerek (echo chamber) ya da istemeyerek (filter bubble) yarattığımız yalıtılmış alan, artık fiziki dünyada da kendini bir ihtiyaç olarak gösteriyor. Elbette ki sosyal medya öncesinde de fiziki dünyada yalıtılmış alanlar, hiyerarşi vardı ancak bu kadar geniş bir spektrumda bu talebe rastlamıyorduk. Velhasıl, nasıl ki, fiziki dünya dijital dünyayı dönüştürüyorsa (alakalı olarak Televizyona benzeyen sosyal medya demokrasiyi öldürüyor), tam tersi de gözümüzün önünde gerçekleşiyor.

Sosyal medya, echo chamber’lar ve filter bubble’lar etkisiyle epey tehlikeli bir şeye dönüştü bana kalırsa. Tehlikeden kastım şu; farklılıklarımıza çok fazla odaklandık. Bizi biz yapan şeyin farklılıklarımız, kimliklerimiz olduğu muhtemelen son 20 yılda o kadar fazla zihnimize kazındı ki, ortaklıklarımızı tamamen es geçer, birbirimizin açıklarını kollar hale geldik. Birbiriyle görüştüğünü bildiğim insanların, Twitter’da yahut diğer sosyal mecralarda söylediği bir şey nedeniyle diğeri tarafından hakarete uğraması o kadar sık karşılaştığım bir şey ki, artık şaşırmıyorum bile. Fakat bir yandan da, insanın, birebir görüştüğü birine söylediği bir şey yüzünden küfretmeye başlamasını, ilişkisini koparmasını aklım almıyor.

Asıl gelmek istediğim nokta şu; yapay zeka hepimizi ıskartaya çıkarmadan önce farklılıklarımızı bir kenara bırakıp, ortaklıklarımıza odaklanmaya başlamamız lazım. Muhtemelen 10 yıl içerisinde şoförler, bankacılar, fabrika işçileri, IT çalışanları, polis memurları, doktorlar, garsonlar, gazetecilerin önemli bir kısmı işsiz kalacak. Diğer meslekler de risk altında. Resim yapan, doğaçlama caz yapan robot var.

Insanlık olarak şu anda devrimsel bir sınırdayız. Farklılıkları bir kenara bırakıp ortaklıklarımızı ve kitlesel geleceğimizi konuşmaya başlamazsak kıyamet çok yakın. Yapay zeka; kamyon şoförünün de, yün çırpan teyzenin de, Borges okuyanın da, Miles Davis dinleyenin de, Boğaziçi mezununun da üstünden silindir gibi geçecek. Bu kaçınılmaz.

Suçun ve Cezanın Bireyselliği

Memlekette her 24 saatte 1 yıl yetecek kadar manyaklık yaşandığından hatırlar mısınız bilmem, bu seneki Avrupa Şampiyonası’nda Türkiye Milli Takımı’nın Ispanya’ya 3-0 yenilmesinden sonra teknik direktör Fatih Terim’in kızına ve henüz doğmamış bebeğine akla hayale sığmaya küfürler edilmişti. Buraya koymak istemiyorum lakin bakmak isteyen şuradan görebilir. Bunun nasıl kolektif bir delilik ve ahlaksızlık hali olduğunu açıklamaya gerek yok. Madem Türkiye Milli Takımı’nın yönetilişiyle bir sorunun var, muhatabın Fatih Terim. Derdini onunla çöz.

Yanılmıyorsam Ming Hanedanı zamanı Çin’de, bazı istisnai suçlarda 3 nesli kapsayacak şekilde tüm sülaleye idam cezası veriliyormuş. Fatih Terim’in kızına ve onun doğmamış bebesine küfretmek de üç aşağı beş yukarı benzer bir “ortaçağ cezası”.

Tabii mevzu sadece Fatih Terim ve kızıyla sınırlı değil. Misal, birkaç gün önce Fatih Tezcan şöyle bir şey yazdı Twitter’dan.

2016-08-02_0216

Yine Fatih Terim örneğinde olduğu gibi birinin bir suçu varsa, ailesi çoluğu çocuğu komple suçludur. Madem adam darbeci, ibret-i alem için bütün ailesine hayatı dar edelim. Çünkü suç kişiyi değil tüm ailesini kapsar.

Birkaç zaman önce de darbeciler için Hainler Mezarlığı kurulmuştu, görmüşsünüzdür. Lakin tepkilerle beraber bu tabela kaldırıldı.

hainler_mezarligi_tabelasi_kaldirildi_iste_sebebi___2972016280

Ölünün bu dünyayla artık işi yok. Buraya gidecek olanlar anası babası çocuğu. Onlara hayatı dar etmek de benzer şekilde bir “ortaçağ cezası”.

Hukukun muhtemelen en önemli kuralı, suçun ve cezanın şahsiliği ilkesi. Yani bir kişi ancak kendi işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir. Misal baban birini dolandırdıysa bu seni hırsız ya da dolandırıcı yapmaz. Ailenden birinin suç işlemesi seni lekelemez. Fakat Türkiye’de 15 Temmuz’dan sonra pek çok şey birbirine girdi. Popüler tabirle “At izi it izine karıştı”.

Görünen o ki, ırkçılık dna’larımıza işlemiş bir musibet olduğundan, bireyi değil soyu suçlu ilan etmekte en ufak bir beis görmüyoruz.

Şahsi fikrim; Ermeni Soykırımı’nı, 6-7 Eylül’ü yaratan karanlık da bu kolektif delilik haliydi. Bu deliliğe karşı durmak sanırım şu sıralar yapabileceğimiz en mantıklı hareket.

 

 

 

Patron, bugün 10 bin kişi bankamızın uygulamasını indirdi!

Akıllı telefonlarla oyun oynayanlar bilir, özellikle turn based oyun türlerinde neredeyse her turn geçişinde bir reklam gösterilir. Oyunun yayıncısı olan firma parayı böyle kazanır. Başka yöntemler de var elbette (oyunu ücretli satmak, oyun içi satın almalar, reklamsız oyun için ücret alma vs) ama genel olarak ücret ödemeden basit bir turn based oyun oynuyorsanız geçişlerde reklam görürsünüz. Bu uygulamalarda görülen reklamlar da büyük reklam network’leri (google ads, inmobi vs) tarafından belirleniyor. Sallıyorum, uygulamaya kaydolurken lokasyon olarak Türkiye’yi seçtiğinizde, uygulamanın bağlı olduğu reklam network’u üzerinden reklam çıkan Şahin Sucukları’nın  mobil reklamını görüyorsunuz. Genel itibariyle sistem böyle işliyor.

Bu reklamlar aracılığıyla bir şeyler satabilir, crm toplayabilir ya da türlü türlü kampanyandan insanları haberdar edebilirsin. Nasıl kullanacağın sana kalmış. Ancak bu yazının konusu bu reklamları nasıl kullanmaman gerektiği üzerine.

Oynadığım oyunda son 3 haftadır düzenli olarak TEB’in uygulamasını indirmemi salık veren bir reklam görüyorum.  Bir TEB müşterisi değilim. Olmayı da düşünmüyorum. Peki neden bu reklamı görüyorum? Daha da kilit soru; bu uygulamayı indirmemin TEB’e ne faydası var? Diyelim ki ben reklama tıkladım ve uygulamayı indirdim. Lan bu ne güzel uygulamaymış deyip TEB müşterisi olma ihtimalim var mı? Yok. Neden? Çünkü bankanın kim olduğu önemli değil, kıyafet ya da ayakkap gibi estetik bir özelliği olan bir sektör değil bankacılık. Faiz oranı, müşteri yönetimi, yıllık hizmet bedeli gibi spesifik kriterlere bakıyorum. Diğer tüm potansiyel TEB müşterileri gibi. Dolayısıyla eğer bir bankaysan müşterilerin uygulamanı indirir, uygulamanı indirenler müşterin olmaz.

TEB, hiçbir işe yaramayan, yarama ihtimali dahi olmayan bu reklam çalışması için eşek yüküyle para ödüyor (medya satınalmacı arkadaşlar banka uygulaması indirme ya da indirme sayfasına yönlendirme başına ortalama maliyeti yoruma yazarlarsa güzel olur). Halbuki reklama ihtiyaç bile yok. Zaten bu uygulamayı indirmesini istediğin tüm müşterilerin mail, telefon bilgisi sende var. Mailing ya da sms ile (yahut bu bilgileri Facebook reklam paneline yükleyerek direkt bu kişilere Facebook’ta reklam göstererek) gerçek hedef kitlenin uygulamanı indirmesini sağlayabilirsin. Velhasıl asıl hedefin, müşterilerinin uygulamanı indirmesi olmalı. Gerçi günün sonunda “abi bak bu kadar uygulama indirttik” deyip puanları toplamak için danışıklı dövüş bu.

Son olarak bu uygulamaların yaygınlaşmasıyla beraber bankacılık sektöründe çalışanların 3’te 1’i işsiz kalacak deniyor. Bence bankacılar olarak, bu uygulamaları indirenleri tehdit edecek bir Bankacı İntikam Tugayı kursanız yeridir.

 

Çocuklara nasıl davrandığını anlat, sana kim olduğunu söyleyeyim.

Hatırlar mısınız bilmem, 2013’ün Kasım ayında San Francisco’da yaşayan 5 yaşında lösemi hastası bir çocuk için bütün şehir seferber olmuştu.

AP_batkid_makeawish_lpl_131115_16x9_992

Çocuğun adı Miles Scott. Lösemi hastası. 1 yaşından beri ağır bir tedavi dönemi geçirmiş. Anası, Miles az biraz mutlu olsun diye Make-a-Wish Foundation adlı STK’nın sitesine durumu anlatan bir mail yazıyor ve Miles’ın süper kahramanları çok sevdiğini belirtiyor. Sonrası malum. STK’nın girişimiyle başlayan kampanya, gönüllülerin yardımıyla San Francisco’nın Gotham’a dönüştürülmesi ile internetin en büyük fenomenlerinden biri haline geliyor. Bu enfes kampanya o kadar büyüyor ki; ABC’nin canlı yayınında belediye başkanı şehrin anahtarını Batkid’e teslim ediyor, Başgan Obama Vine’dan Batkid’e mesaj yolluyor, biri arabasını batmobil yapıp çocuğa teslim ediyor, Gotham City Chronicle adında  bir gazete basılıyor, onbinlerce  insan sokakta Batkid’i alkışlıyor…

199zvq8v6wpdkjpg

Warner Bros, bu müthiş olayın belgeselini çekti. Yakın zamanda gösterime girecek.

Neticede, koca bir şehir, 5 yaşında lösemi hastası bir çocuk az biraz mutlu olabilsin diye seferber oldu. Güzel de oldu. Biraz insanlık gördük.

Varmak istediğimiz yer belli. Ensar Vakfı’na ait evlerde en az 10 çocuğun sistemli olarak tecavüze uğraması ve bizim bu olay karşısında aldığımı toplumsal tavır.

Şurada  Ismail Saymaz’ın nefis bir özeti var. Bilmeyen kaldıysa önce kendini bıçaklasın, sonra videoyu izlesin.

Peki sonrasında ne oldu? MHP, “Çocuk Istismarını Engelleme Komisyonu” önergesi verdi ancak AKP oylarıyla reddedildi. Twitter’da  hashtag’iyle günlerce konu gündemde tutulmaya çalışıldı ancak nafile. Tecvüzcü öğretmen 508 yıl hapis cezası aldı ve mahkemedeki son konuşmasında “Ensar da Kaimder de istediğini aldı, arada beni kurban ettiler” dedi.

Bu konuda Birgün Gazetesi’ne 300 civarında suç duyurusunda bulunuluyor.  Hürriyet Gazetesi alenen manipülasyon yaparak konuyu çarpıtıyor (bu çarpıtmanın haritası şurada). HDP, Aile Bakanı’nın konu hakkında ihmali bulunduğu gerekçesiyle gensoru veriyor ancak yine AKP oylarıyla reddediliyor. Şu fotoğraf gensoru reddinden sonra çekilmiş.

ensar-vakfi-na-sahip-cikan-aile-bakani-na-tebrik-kuyrugu-126044-5

Bir yanda 5 yaşında lösemi hastası bir çocuk  için seferber olan bir şehir, diğer yanda en az 10 çocuğa sistemli olarak tecavüz edilmesinin üstünü örten, mecliste araştırılmasına dahi müsaade etmeyen bir memleket.

Batı medeniyeti çöküyor, he mi?